13 Mayıs 2013 Pazartesi

Uçurtma

Neden burayı tercih ettim bilinmez. Neden yazıyorum gayet iyi biliyorum ama.
İnsan kurcalamamalı geçmişini. Bir şeyi öldürüp gömüyorsan, hala orada mı diye bakmamalısın asla. Ölüler kalıntı bırakır. Çürüyen etler kokar. Ve üzerinden çok çok uzun zaman geçmediği sürece, geçmişin cesetleri daima bıraktığımızdan daha kötü halde karşımıza çıkar, zamanı kurcalarsak elbette.

Bırakmaya çalıştığım bir alışkanlık bu benim için. Eski fotoğraflara bakmak, eski insanları araştırmak, eskiyi tekrardan dile getirerek canlandırmak. Neden bunu yapıyorum bilmiyorum. Neden tutunmak değil de, hatırlama ihtiyacı hissediyorum bilmiyorum. "Never forgive, never forget." değil benimkisi. Tam aksine, daima affeden ve hatam olduğunda af dileyen oldum ben. Vicdanım hep sağ tuttu belki de geçmişi ama yapmamalıydı. Nitekim yine, vicdanım ve birkaç tesadüf dolayısı ile oturdum yazıyorum bunları.

Merve. Evet, konumuz bu. Kalp niyetine elli gram çelik taşıdığımı düşündüğüm bir esnada çıktın karşıma. Belki de tam "kaptırmalık"tın o an. Belki de kapılmayı çok istedim sana ve bu iki ihtimalden biri ya da her ikisi de benim sana karşı bir şeyler hissetmemi sağlamayı başardı. Kapıldım. Sonra da sen bana kapıldın tabii, egosu son iki senedir yeryüzünü bile göremeyen bir varlık olarak, o tabii ekini kullanacağım kendi affıma sığınarak. Başlarda iyiydi, "fazla iyi" değildi hiç ama iyiydi, "miserable life of mine" diye tanımladığım hayatın "bright side"larının görünürlüğü artıyordu an be an. Çok fazla vakit geçirdim seninle. Çok fazla vakit geçirdin benimle. Birbirimizin hayatlarına dahil olma çabamız takdire şayendi açıkçası. Ben sen olmaya çalıştım daimi copycatliğimle, sen de bana alışmaya çalıştın haliyle. İlişkinin doğal süreci değildi ama, kurduğumuz münasebetin gidişatı böyleydi. Mutlu oldum, mutlu ettim. Güven verdim, korudum bunların karşılığında da. Ama nasıl İsa bileklerinden çivilendiyse çarmıha, ben de ayaklarıma çakılmış gerçeklerle, mutluluktan uçan sana bakıyordum yeryüzünden. Haksızlık etmeyeceğim. Gözümü kapatan perde tamamen kalktıktan sonra yazmayı tercih ettim bunları ki tamamen gerçek olsun. Çok saf, çok kırılgandın. Diyorum ya, korudum, korumak istedim, o ufacık canına can katayım da bir daha korkma istedim. Ama belli bir noktadan sonra fazla yükseldin be kadın. O kadar fazla yükseldin ki beni unuttun, yüzümü, annemi, babamı, saçımı, bakışımı... benimle alakalı her şeyi unutmuş gibiydin. Beni tanımayan birini mutlu edemeyeceğim gerçeğiyle yüzleşince ise ben, seni yavaş yavaş aşağı indirmeyi denedim. Üç yaşındaki çocukların şımarıklığıyla geri geldin bana. Yukarıyı geri istedin. Seni her ne kadar yükseltmek istesem de tekrar, bunu yapamayacağımı anladım çünkü senin istediğin şey benim ipimle uçmak değil, yalnızca uçmaktı. Öyle ya da böyle, bu "münasebet" bittiğinde aynı değildik ikimizde. Ben seni beklerken o açık alanda, kararmıştım biraz güneşin altında. Sen de biraz fazla hafiflemiştin Bulut'ların koynunda. Ne oldu peki ? Bitti. Bittik. İpler koptu, yollar ayrıldı, eşyalar verildi, alındı (JACK DANIELS'IMI GERİ İSTİYORUM) ve yine, iki ayrı insan olarak yürümeye başladık yollarda. Sen kızgındın, ben kızgındım, birbirimize kızgındık ve senden FARKLI olarak ben kendime de kızgındım. Geçen 6 ay gidemiyordu benden, kabullenemiyordum, bir kez daha baştan başlama düşüncesi beni çok yoruyordu, korkutuyordu, ıslatıp ıslatıp vuruyordu ve işin acısı ben buna "aşk" diyordum. Güney'den söz etmeyeceğim. Her ne kadar sen konu ile çok fazla alakalı olduğunu düşünsen de. Kadın. Hiçbirimiz, masum değiliz. Hiç kimse, sırf haklı çıkacak diye kendi duygularını başkalarının önüne koymamalı. "Sen şununla konuştun, bununla şunu ettin, onunla bunu yaptın." demek bir yere getirmek hiç kimseyi. Ben söyledim, ben seni hiç suçlamadım. Ama, gözlerimi kapatıp açtığımda sen yoktun. O "aşk" yoktu. Sadece, karaydım. Kendi tabirim ve kabullenmişliğimle yeni yeni kabul ettiğim ikinci kişiydim, yani buzdum(maviydim). Keşke gelmeseydin demem. Keşke gitmeseydin de demem ama. Keşke demem ben kadın. Sinirliyken boş konuşurum ama aklım yerindeyken keşke diyemem. O kelimeyi harcayacak olsam boş gönül işlerine değil, babaanneme harcardım "Ah be annem keşke ölmeseydin." diye. Her yazım babaannem, ne güzel. Ruhu şad olsun.

Her neyse, toparlayalım artık. Çok üzgünüm, çok üzülüyorum seni düşününce. Çok fazla aklıma gelmiyorsun, getirmiyorum seni çünkü bir parça kızgınım hâlâ. Lakin, düşüncelerinde kötü olmak, senin kelimelerinde "tam da düşündüğün gibi biri olmam" üzüyor beni. O altı ayı hiçe sayman üzüyor beni. Yalnızlığımı paylaştığım biri olarak, elbette özlüyorum ve özleyeceğim seni. Ve bir gün, gülmek istersen bana, bekliyor olacağım ki dudağının kenarından sarkmasın mutluluk. Yukarı kaldırsın daima. Uçmak yakışıyordu sana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder